Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İğreti Novella

Bir gazetenin kitap ekindeki iddialı söyleşisiyle tanıdım Burhan Sönmez’i. Edebiyat dünyasında çok ses getiren son romanı Labirent* okuduğum ilk kitabı oldu haliyle. Herhangi bir kitap hakkında yazıp çizmeden önce o yazarı tanımanın gerekliliğine inananlardanım. Şahsiyetinden değil, ama yazım dilinden, kurmaca becerisinden ya da düşünsel/bilimsel izleğinden söz ediyorum. Dolayısıyla Burhan Sönmez’in, okuduğum bu ilk kitabı üzerine yazmışlığım başlı başına kendimle bir çelişki oluşturuyor. Fakat bir süre, yazarın ikinci bir kitabını okuma niyetim olmadığından bu yazıda Labirent’i bir kenara not etmek ve ileride dönmek arzusundayım. Labirent intihar edip ölmemiş, ancak hafızasını kaybetmiş bir müzisyenin aynalar karşısında kaybettiği benliğini arayışını konu ediniyor. Yazarın, bu arayışı muhayyel bir ereğe, ardı bilinmez bir çıkış kapısına ilerleyiş olarak labirente benzettiğini düşünebiliriz. Yine de bu “yeni çağ romanının” adına ve kapak görseline esin kaynağı

Siyasi Çıplaklığın Romanı: Görmek

Nobel Edebiyat Ödüllü (1998) José Saramago’nun seri romanları "Körlük" ve "Görmek" üzerine birkaç söz… Saramago’nun özgün dili, romanlarının ironik ve sürükleyici kurgusu, bütün dünyada iyi bir okur kitlesine ulaşmasını sağladı. Ben de Körlük’ü elime aldığımda, daha önce okumuş olduğum Kabil, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Bilinmeyen Adanın Öyküsü gibi eşsiz eserlerinin heyecanını duyuyordum. Oysa Körlük romanının, yazarın anlatım inceliği dışında beklentimi karşıladığını söylemek zor. Okurken sıkılıp fazlaca uzatıldığını düşündüğüm bu ilk kitapta; beyaz körlüğün, bilinmeyen ülkenin insanlarını açlık ve korkuya hapsedişi ve insanın içindeki bencilliğin, kötülüğün ortaya çıkışı anlatılır. Görmek ise çok farklı, konu bakımından daha sarsıcı bir roman. Bilinmeyen ülkenin başkentinde gerçekleşen yerel seçimlerde halkın büyük çoğunluğunun boş oy kullanmasıyla başlayan siyasi krizi konu edinir. Saramago bu siyasi itaatsizliğin karşısında devlet aklının işletilmesi

"Ben İstanbulluyum!"

Hıfzı Topuz çocukluk ve gençlik yıllarının Nişantaşı’nı anlatmaya koyulduğunda coşkuyla haykırmış olmalı böyle. 2017’nin 17 milyonluk İstanbul’undan bir göçmen gözüyle bakıyorum bu söze. Gurur verici ve gösterişli görünen ama ruhsal yükü oldukça ağır bir durum olmalı şu İstanbulluluk. Benim için anı kitaplarını çekici kılan şey, onların, bambaşka dünyalara yapılan birer yolculuk olmalarıdır. Hıfzı Topuz da “Bir Zamanlar Nişantaşı’nda” diye başlayıp 1930’lara uzanan bir yolculuğa çıkarıyor okurlarını. Kitap, Nişantaşı’nın tarihinden, kültürel atmosferinden ve meşhur sakinlerinden kesitler sunuyor. Uzun, kronolojik bir anlatıdan değil, dizimini çok başarılı bulduğum kısa bölümlerden oluşuyor. Deneme ve anı türlerindeki yapıtlarda metinlerin sırası belirlenirken hiç kuşkusuz tarihsel sıralamanın ötesinde bir çalışma yapılmalı. Elimizdeki kitapta böyle bir çalışma yapıldığını ve metinlerin birbiri ardına yerli yerince oturduğunu düşünüyorum. Hıfzı Topuz’la eski Nişantaşı yolc

Evren'in Emeklilik Mektubu

Tarih 2 Mayıs 1961... Kurmay Albay Kenan Evren, "Osmancığım" diye hitap ettiği Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ve MBK üyesi Osman Köksal'a bir mektup yazar. Evren, yakın arkadaşına ordudan ayrılma niyetinden söz etmekte ve ondan yardım istemektedir: "(...) Sevgili kardeşim, biliyorsun biz 37'lilerle muameleye tabi olduğumuzdan bu sene son şansımız. Bunda da muvaffak olamazsam 30 ağustos'tan sonra niyetim ayrılmaktır. Emin ol bugüne kadar çeşit çeşit kaprisi olan kimselerle çalışmaktan ve her birine göre ayrı şerbet vermekten yıldım. Bugün son rütbemize yaklaştığımız halde, hâlâ kısım amiri gibi çalışmak, daktilo yazmak ve muamele görmekten kurtulamadım. Biz hangi rütbeye geldikse o rütbe kıymetini kaybetti. Sınıfımızın kalabalıklığı mıdır, yoksa başka bir sebep midir bilmem. Biz yüzbaşı ve binbaşı iken albayın durumu ile şimdiki arasında çok fark var. Daha anlatması bir hayli uzun sürecek ve senin hakikaten kıymetli dakikalarını alacak sebepler dolayı

Hayat Biriktirmekten İbarettir

Selçuk Altun, son romanı Ardıç Ağacının Altında’da, kibirli ve kadın delisi bir estetin ilginç yaşamını anlatırken kurguyu taşıyan gizemleri, kendi bellek mekanlarını ve entelektüel meraklarını en iyi şekilde kullanıyor. Annesinin ölümünün ardından dedesi Ratip Sipahi’nin nüfusuna geçerek onun tarafından yetiştirilen Erkan, bir Karadeniz kasabası olan Tirebolu eşrafından dedesinin arzusuyla önce Samsun Maarif Koleji’ne, ardından Boğaziçi Üniversitesi’ne gider. Böylece Selçuk Altun romanın henüz başında, kendi özgeçmişini başkahramanına yansıtarak okuyucuya eserin otobiyografik niteliğini sorgulatmaktadır. Söz konusu aktarımın önemi ve anlamı, roman ancak kendi bütünlüğü içerisinde değerlendirildiğinde berraklığa kavuşur. Yazar, ömür çizgisinin dönemeçlerine sahne olan mekanları ve yerel ilişkileri romanda çok iyi kullanmıştır. Erkan Sipahi, finans sektöründeki yöneticilik pozisyonundan istifa ederek hali hazırda sürdürdüğü koleksiyonculuğa ve çeşitli sanat eserlerinin ticare

Hırsız ve Köpekler: İhanetin, İntikamın ve Çöküşün Romanı

Kahire’de sıcağı cildimin gözeneklerinde hissettiğim bir öğle vaktiydi. Ateş banyosundan kaçarken Talat Harp Meydanı’nda önceden gözüme kestirdiğim bir kitapçıya - yanlış anımsamıyorsam ismi Shouruk idi - sığındım. Karmaşık ve bir o kadar ahenkli Arapça yazılarla donatılmış bu mekana açılan o cam kapının benim için yeni tutkulara da açıldığını bilemezdim. Necib Mahfuz’un eserleriyle orada tanıştım. Biz ülke olarak Mahfuz’u, Kırmızı Kedi’nin Çağdaş Klasikler dizisi sayesinde yeni yeni okuyoruz. İlk kez 1961’de yayımlanan “Hırsız ve Köpekler” kısa ve çarpıcı romanlarından biri, 2006 yılına kadar Türkçe’ye kazandırılamamış olması büyük kayıp. Ben Avi Pardo çevirisiyle Kırmızı Kedi’deki ikinci baskısından (2013) okudum. 1952 yılı sol, milliyetçi, dinci eğilimlerden ordu mensuplarının Kral Faruk’u devirerek cumhuriyeti ilan etmeleriyle Mısır için tarihsel bir kırılmaya sahne olacaktır. İhtilalin ideolojik yönündeki bu belirsizlik, Hür Subayların fiili önderi Cemal Abdülnasır’ın birkaç yı

Nedim Gürsel’in Mısır Yolculuğu

Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri Nedim Gürsel. Üstelik üretkenliği, niteliğini gölgede bırakmayan türden. Henüz “Söz Uçar”ın dumanı üstündeyken yeni bir kitapla karşımızda: “Piramitlerin Gölgesinde”. Piramitlerin Gölgesinde, Nedim Gürsel’in Mısır yolculuğunun kitabı. Deneme türünde kaleme alınsa da röportaj türüne pek uzak değil. Yazar, kitabın henüz başında okuru, ölümün ürperticiliği ile ölümsüzlüğün ihtirasını bünyesinde cisimleştiren Gize’ye çağırıyor. Sfenkslerin heybetinin ve binyılları deviren dirençlerinin etkisinde, yolu Gize’ye düşenleri anımsıyor ve anımsatıyor. Nedim Gürsel eserlerinde, kendi bellek süzgecinden geçirdiği sanatsal ya da folklorik ögelere sıkça başvuran bir yazar. Anlatımını kimi zaman bir şiir, kimi zaman diline dolanan bir türkünün yarım yamalak nakaratıyla zenginleştiriyor.  Bence Nedim Gürsel’i başarılı kılan konulardan biri de bu. Edebiyatta 50. yılı arkasında bırakan bir yazar, iflah olmaz bir merakla ve daha da önemlisi, ele alacağ

Yönetmenin Romanı

Bu yıl gösterime giren filmini görünce okumayı sürekli ertelediğim o Ferzan Özpetek kitabını elime aldım: İstanbul Kırmızısı. Yönetmenin romanı , Eren Cendey imzalı çevirisiyle Can Yayınları’ndan 2016 yılında çıktı. İstanbul Kırmızısı, kısa bölümlerle ve akıcı bir dille hazırlanmış. Özpetek’in çok sık kullandığı kısa ve eksik cümleler anlatımı etkileyici kılıyor. Ağır edebi sanatlar kullanmadan yaratılan güçlü çağrışım, İtalyanca’nın sunduğu bir imkan mıdır, yoksa çevirmenin başarısı mıdır , bilemiyorum. Ferzan Özpetek, çocukluğunun Kalamış’ından 2013’ün Taksim’ine bir yolculuk yapıyor romanda. Hatıralarıyla desteklenmiş, gerçekle kurgu arasındaki o belirsiz çizgide şekillendirilmiş bir roman İstanbul Kırmızısı. Yolları birçok kez kesişen ve ancak kitabın sonunda buluşabilen iki insanın İstanbul yalnızlığını anlatıyor. Bu haliyle kitabı, son yıllardaki adıyla “auto-fiction” olarak kabul edebiliriz sanıyorum. Auto-fiction, yazarların yaşam öykülerini gerçek dışı farklı

Tehlikeli Sevişmeler

Nedim Gürsel'in çok çeşitli türlerdeki eserleri arasında herhalde “Boğazkesen”, hak ettiği ilgiyi gören tek kitabıdır. Boğazkesen, beni de Nedim Gürsel edebiyatıyla tanıştıran kitap olmuştu ve elbette epey etkilemişti. Henüz bu ilk eserde yazarın özgün anlatımına ince ince işlenmiş bir erotizmin romanı yükselten en önemli unsur olduğunu düşünmüştüm. Nedim Gürsel’i ciddi bir erotik edebiyat yazarı olarak tanımlama cüretine ise diğer türlerdeki eserlerini ve son olarak Tehlikeli Sevişmeler’i okuyunca eriştim. Tehlikeli Sevişmeler, Walt Whitman’dan cinsellik üzerine kısa ve çarpıcı alıntılarla açılan iki bölüm ve yirmi öyküden oluşuyor. Bu öykülerde kadın erkek ilişkilerinin farklı hallerine, kimi zaman heyecanı tükenmiş birlikteliklere, kimi zaman da umarsız sevişmelere tanıklık ediyoruz. Nedim Gürsel en insani; fakat çeşitli söyleşilerde eleştirdiği şekilde en mahrem olanı edebi bir ustalıkla anlatıyor. Bunu da bütün eserlerini iddialı kılan o kaygısızlıkla yapıyor. Kendi ya

Yaşar Kemal’in Büyük Ütopyası

Geçen yıl kaybettiğimiz büyük romancı Yaşar Kemal’in seri romanlarının sonuncusu olan “Bir Ada Hikayesi”nin, dört kitabının isimleri sırasıyla şöyle:  Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Karıncanın Su İçtiği, Tanyeri Horozları ve Çıplak Ada Çıplak Deniz.  Çukurova’nın, tarım işçilerinin, Torosların, yoksul köylülerin hikayelerinin koca anlatıcısı, “Bir Ada Hikayesi”nde bu çerçevenin dışına çıkıyor ve okurlarına farklı bir içerik sunuyor. Mübadele ile yurtlarından koparılan Rumların ıssız kalmış bir adası, asker kaçaklarına, Giritli Müslümanlara, Ermeni zanaatkarlara, Kürt dengbejlere aynı anda ev sahipliği yapıyor.  İşte ütopya yakıştırmamızın sebebi de budur. Büyük savaşların, kıtlıkların, kırımların,sürgünlerin, afetlerin ve hastalıkların içinden çıkıp; barışı, bereketi, yaşamı, umudu arayan insanların yurdudur artık Karınca Adası. Bir barış özlemi ve düşlemesidir. “Savaşın ne korkunç, insanlığa yakışmaz, bütün insanlığı özünden çürüten lanet bir şey olduğunu ancak savaşlara katılan