Tarsus’tan ayrılıp Adana’ya vardığımızda öğleden sonra olmuştu bile. Şehre araçla girerken ilk dikkatimizi çeken yapı devasa Sabancı Merkez Camii oldu. Sabancı Ailesinin şehrinde olduğumuzu unutmayalım diye bu kadar büyük yapıldığını düşündüm. Orhan Kemal’in kahramanlarından da izler görecek miyim?
Şehri ikiye bölen Seyhan Nehri’nin üzerindeki Taş Köprü’yü gördük. Kesintisiz korna sesleri ve trafik, Adana’daki ilk dakikalarımızda yorgunluğumuzu hissettirdi.
Arabamızı nehir kenarında Seyhan
Merkez Parkının yanına bırakarak şehir merkezine girdik. Bu hızlı turumuzda
biraz sıcak, hareketli ama kaotik bir eski kent merkezi izlenimi aldım. Kaldırım
taşları sokaklara dağılmış, çarşının yolları bozulmuştu. Kent merkezini
keşfetmek amacıyla biraz turladık. Ziyaret listemizde yer alan ancak o an
kapalı olan Bebekli Kilise’yi göremedik. Kapısında bekleyen polis arabası da
bizi içeri girmek için üstelemekten alıkoydu.
Ulucamii’ye yollandık. Şehrin cuma
camii olduğu anlaşılan Ulucamii’nin mimarisi, bir dönem Halep Vilayeti’ne bağlı
olan bu kentin güney komşularıyla akrabalığını anımsatıyordu. Biraz ilerleyince
kendimizi Ziyâ Paşa’nın kabrinin önünde bulduk. 1878 yılında Adana Valiliği’ne
atanan Ziyâ Paşa, son nefesini de henüz 51 yaşında (1880) bu kentte vermiş.
Tebaa ile çatışmaları nedeniyle kısa süren Suriye ve Konya valiliklerinin
ardından Paşa, Adana Valiliği sırasında pek çok modernleşme hamlesine imza
atmış. Kabri, Ulucamii’nin huzurlu avlusunda, Adanalıların gündelik
yaşantısının, çocuk seslerinin, kahvehane gürültülerinin yanı başında uzanıyor.
Ziyâ Paşa’nın kabrini gören bir kahvehanede yorgunluk kahvemizi içerken
Tanzimat’ın bu büyük devlet adamının büyük şiirlerinden dizeler anımsamaya
çalıştım. Dilimize atasözü olarak yerleşen birkaç sözden fazlasını anımsamakta zorlanınca
Google’dan biraz yardım aldım. Bağdatlı Rûhi’nin Terkib-i Bend’ine yazdığı
nazireye şöyle başlamış Paşa:
Sâki getir ol bâdeyi kim mâye-i cândır
Ârâmdih-i akl-ı melâmetzedegândır
(Ayıplanmışların aklına rahatlık, huzur verendir)
(Ey Sâki, getir o şarabı ki canın mayasıdır)
Ben Terkib-i Bend’in serzenişlerine
kapılıp gittiğimde elbette şarap değil, Adana Ulucamii avlusunda Türk kahvesi içiyorduk.
Kahve belki “canın mayası” değildi, ama bizi bir nebze olsun rahatlattı.
Ayaklandık.
Bulunduğumuz yerde Saat Kulesi hemen
arkamızda kalıyordu. Birkaç adımda Büyük Saat Kulesi’yle muazzam bir ahenk
içindeki Kazancılar Çarşısı’na vardık. Televizyondan aşina olduğumuz bu güzel,
ancak fazla modernleştirilmiş caddede yürürken yanımızdan geçen, annesini
kolundan çekiştiren küçük bir çocuğun sesi bize nerede olduğumuzu tekrar
hatırlattı: “Ana kebap yiyek mi ana?”
Bir film sahnesi olsa “fazla
karikatürize edilmiş” derdik. Galiba henüz Adanalıların kebap tutkusunu idrak
edememişiz. 8-10 yaşlarındaki çocuk o gün muhtemelen kebap yiyemeden eve döndü.
Bizse çarşının ara sokaklarından yükselen dumanı takip edip Ciğerci Mehmet’e
ulaştık. Benim Ciğerci Mehmet’in şöhretinden pek haberim yoktu, Ege anlattı.
Ciğerimizi ve kebabımızı söyledik. Burada masalar henüz boşalmadan yeniden doluyor,
Ciğerci Mehmet komilere, komiler garsonlara bağırıyor, tüm bu karmaşa içinde
siparişler formülünü tam çözemediğimiz bir silsileyi aşarak aksamadan sahiplerine
ulaşıyordu. Güneydoğu Anadolu turumuzun en iyi kebabını burada yedik. Bir süre
sonra akşam yoğunluğu azaldı ve Mehmet Usta’yla birkaç kelime konuşma şansımız
oldu. Şalgam tavsiyemizi aldık ve alışverişimizi yapıp günün son durağı olan
Kazım Büfe’ye doğru yola çıktık.
Aslında Kazım Büfe’ye -ve pek tabii
Adana’ya yolum- 4 yıl önce bir kez daha düşmüştü. Arkadaşlarımla Aladağ Yaz
Okulu için geldiğimiz bu kentte birkaç saat geçirdiğimizi muzlu süt içtiğimizi
hatırlıyorum. Ama muzlu sütün dev bardaklarla 1,5 porsiyon verildiğini hatırlamıyordum.
Neticede iki muzlu süt söylediğimizde elimizde 2’si büyük boy 1’i küçük boy 4
bardak muzlu süt bulmuş olduk. Bu tuhaflık bizi eğlendirse de önümüzdeki birkaç
yıl daha bizi idare edecek kadar çok muzlu süt içmiş olduk.
Güneydoğu seyahatimizin bu ilk
gecesinde Güney Adana Otel’de kaldık. Şehrin biraz dışında, sanayiye yakın
olduğunu zannettiğimiz bir konumda, ilk konaklama deneyimi… Pek temiz olmasa ve
odamızın penceresi kapanmasa da ödediğimiz fiyatın hakkını yol yorgunluğumuzu
alan temiz bir uykuyla aldık.
Kış güneşinin sıcak rengi ve bizi
bekleyen maceraların heyecanıyla ikinci güne uyandık. Ziyâ Paşa’nın kabrinden
bir fotoğraf gönderdiğim Adanalı dostumdan bir mesaj var: “Geç onları, kebaptan
bahset”.
[1] Osman
Fikri Sertkaya, “Adana Kelimesinin Etimolojisi Üzerine”, Türk Dili.
URL: https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/07/20150723.pdf
Yorumlar
Yorum Gönder