Ana içeriğe atla

Güneydoğu’da Bir Hafta II: Nehre Doğru: Adana






















Seyahatimizin ikinci durağı Adana. Torosların, Seyhan’ın, tarımın, bereketin şehri. Dört bin yılı aşkın zamandır farklı medeniyetlere ev sahipliği yapan bu topraklar “Adana” adını da içinden geçen Seyhan Nehri’nden alıyormuş. Latince nehir, akarsu anlamlarındaki tânais sözcüğünden türetilen Rumca A-tanais (nehre doğru, suya doğru), Osmanlılar döneminde A-tana/Adana olmuş[1]. Bu ikinci durağımıza doğru yola çıkmadan önce, Hititlerden bugüne aralıksız üreten bir kenti ve o kentin Orhan Kemal romanlarında anlatılan emekçilerini görmeyi hayal ediyorum.


Tarsus’tan ayrılıp Adana’ya vardığımızda öğleden sonra olmuştu bile. Şehre araçla girerken ilk dikkatimizi çeken yapı devasa Sabancı Merkez Camii oldu. Sabancı Ailesinin şehrinde olduğumuzu unutmayalım diye bu kadar büyük yapıldığını düşündüm. Orhan Kemal’in kahramanlarından da izler görecek miyim? 

Şehri ikiye bölen Seyhan Nehri’nin üzerindeki Taş Köprü’yü gördük. Kesintisiz korna sesleri ve trafik, Adana’daki ilk dakikalarımızda yorgunluğumuzu hissettirdi.

Arabamızı nehir kenarında Seyhan Merkez Parkının yanına bırakarak şehir merkezine girdik. Bu hızlı turumuzda biraz sıcak, hareketli ama kaotik bir eski kent merkezi izlenimi aldım. Kaldırım taşları sokaklara dağılmış, çarşının yolları bozulmuştu. Kent merkezini keşfetmek amacıyla biraz turladık. Ziyaret listemizde yer alan ancak o an kapalı olan Bebekli Kilise’yi göremedik. Kapısında bekleyen polis arabası da bizi içeri girmek için üstelemekten alıkoydu.

Ulucamii’ye yollandık. Şehrin cuma camii olduğu anlaşılan Ulucamii’nin mimarisi, bir dönem Halep Vilayeti’ne bağlı olan bu kentin güney komşularıyla akrabalığını anımsatıyordu. Biraz ilerleyince kendimizi Ziyâ Paşa’nın kabrinin önünde bulduk. 1878 yılında Adana Valiliği’ne atanan Ziyâ Paşa, son nefesini de henüz 51 yaşında (1880) bu kentte vermiş. Tebaa ile çatışmaları nedeniyle kısa süren Suriye ve Konya valiliklerinin ardından Paşa, Adana Valiliği sırasında pek çok modernleşme hamlesine imza atmış. Kabri, Ulucamii’nin huzurlu avlusunda, Adanalıların gündelik yaşantısının, çocuk seslerinin, kahvehane gürültülerinin yanı başında uzanıyor. Ziyâ Paşa’nın kabrini gören bir kahvehanede yorgunluk kahvemizi içerken Tanzimat’ın bu büyük devlet adamının büyük şiirlerinden dizeler anımsamaya çalıştım. Dilimize atasözü olarak yerleşen birkaç sözden fazlasını anımsamakta zorlanınca Google’dan biraz yardım aldım. Bağdatlı Rûhi’nin Terkib-i Bend’ine yazdığı nazireye şöyle başlamış Paşa:

Sâki getir ol bâdeyi kim mâye-i cândır
Ârâmdih-i akl-ı melâmetzedegândır

(Ayıplanmışların aklına rahatlık, huzur verendir)
(Ey Sâki, getir o şarabı ki canın mayasıdır)

Ben Terkib-i Bend’in serzenişlerine kapılıp gittiğimde elbette şarap değil, Adana Ulucamii avlusunda Türk kahvesi içiyorduk. Kahve belki “canın mayası” değildi, ama bizi bir nebze olsun rahatlattı. Ayaklandık.

Bulunduğumuz yerde Saat Kulesi hemen arkamızda kalıyordu. Birkaç adımda Büyük Saat Kulesi’yle muazzam bir ahenk içindeki Kazancılar Çarşısı’na vardık. Televizyondan aşina olduğumuz bu güzel, ancak fazla modernleştirilmiş caddede yürürken yanımızdan geçen, annesini kolundan çekiştiren küçük bir çocuğun sesi bize nerede olduğumuzu tekrar hatırlattı: “Ana kebap yiyek mi ana?”

Bir film sahnesi olsa “fazla karikatürize edilmiş” derdik. Galiba henüz Adanalıların kebap tutkusunu idrak edememişiz. 8-10 yaşlarındaki çocuk o gün muhtemelen kebap yiyemeden eve döndü. Bizse çarşının ara sokaklarından yükselen dumanı takip edip Ciğerci Mehmet’e ulaştık. Benim Ciğerci Mehmet’in şöhretinden pek haberim yoktu, Ege anlattı. Ciğerimizi ve kebabımızı söyledik. Burada masalar henüz boşalmadan yeniden doluyor, Ciğerci Mehmet komilere, komiler garsonlara bağırıyor, tüm bu karmaşa içinde siparişler formülünü tam çözemediğimiz bir silsileyi aşarak aksamadan sahiplerine ulaşıyordu. Güneydoğu Anadolu turumuzun en iyi kebabını burada yedik. Bir süre sonra akşam yoğunluğu azaldı ve Mehmet Usta’yla birkaç kelime konuşma şansımız oldu. Şalgam tavsiyemizi aldık ve alışverişimizi yapıp günün son durağı olan Kazım Büfe’ye doğru yola çıktık.

Aslında Kazım Büfe’ye -ve pek tabii Adana’ya yolum- 4 yıl önce bir kez daha düşmüştü. Arkadaşlarımla Aladağ Yaz Okulu için geldiğimiz bu kentte birkaç saat geçirdiğimizi muzlu süt içtiğimizi hatırlıyorum. Ama muzlu sütün dev bardaklarla 1,5 porsiyon verildiğini hatırlamıyordum. Neticede iki muzlu süt söylediğimizde elimizde 2’si büyük boy 1’i küçük boy 4 bardak muzlu süt bulmuş olduk. Bu tuhaflık bizi eğlendirse de önümüzdeki birkaç yıl daha bizi idare edecek kadar çok muzlu süt içmiş olduk.

Güneydoğu seyahatimizin bu ilk gecesinde Güney Adana Otel’de kaldık. Şehrin biraz dışında, sanayiye yakın olduğunu zannettiğimiz bir konumda, ilk konaklama deneyimi… Pek temiz olmasa ve odamızın penceresi kapanmasa da ödediğimiz fiyatın hakkını yol yorgunluğumuzu alan temiz bir uykuyla aldık.

Kış güneşinin sıcak rengi ve bizi bekleyen maceraların heyecanıyla ikinci güne uyandık. Ziyâ Paşa’nın kabrinden bir fotoğraf gönderdiğim Adanalı dostumdan bir mesaj var: “Geç onları, kebaptan bahset”.



[1] Osman Fikri Sertkaya, “Adana Kelimesinin Etimolojisi Üzerine”, Türk Dili.
URL: https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/07/20150723.pdf  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Prag’da Bahar ve Darbe

Olof Palme Yazı Dizisi II 1969-1976 Yılları arasında ve 1982’den ölümüne değin İsveç Başbakanı olarak görev yapan Olof Palme’nin siyasi kariyerinin en büyük mücadelelerinden biri, uluslararası politikada insan hakları savunusu olmuştur. Soğuk Savaş’ın realist dengeleri içerisinde oldukça idealist görünen bu yaklaşım, Palme’nin sözcülüğünü yaptığı uluslararası hareket ile güçlü ve alternatif bir sese dönüşebilmiştir. Keza dünya tarihinde uluslararası hukukun oluşması, barış politikalarının yükselmesi ve insan haklarının normlaştırılması hep bu kavramların güçlü savunucularının eseri olmuştur. Olof Palme de Soğuk Savaş’ın iki kutbundan herhangi birisinde konumlanmaksızın nasıl barış yanlısı bir dış politika izlenebileceğini ortaya koyan öncü bir isim. Bu ilkesel yaklaşımın somut delili ise İsveç sosyal demokrasisinin Soğuk Savaş’ın sıcak cephelerinde aldığı tavır olarak görülebilir. Bu yazımızda söz konusu tavrın izlerini Prag Darbesi özelinde süreceğiz. Çekoslovakya, Soğ...

Evren'in Emeklilik Mektubu

Tarih 2 Mayıs 1961... Kurmay Albay Kenan Evren, "Osmancığım" diye hitap ettiği Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ve MBK üyesi Osman Köksal'a bir mektup yazar. Evren, yakın arkadaşına ordudan ayrılma niyetinden söz etmekte ve ondan yardım istemektedir: "(...) Sevgili kardeşim, biliyorsun biz 37'lilerle muameleye tabi olduğumuzdan bu sene son şansımız. Bunda da muvaffak olamazsam 30 ağustos'tan sonra niyetim ayrılmaktır. Emin ol bugüne kadar çeşit çeşit kaprisi olan kimselerle çalışmaktan ve her birine göre ayrı şerbet vermekten yıldım. Bugün son rütbemize yaklaştığımız halde, hâlâ kısım amiri gibi çalışmak, daktilo yazmak ve muamele görmekten kurtulamadım. Biz hangi rütbeye geldikse o rütbe kıymetini kaybetti. Sınıfımızın kalabalıklığı mıdır, yoksa başka bir sebep midir bilmem. Biz yüzbaşı ve binbaşı iken albayın durumu ile şimdiki arasında çok fark var. Daha anlatması bir hayli uzun sürecek ve senin hakikaten kıymetli dakikalarını alacak sebepler dolayı...

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı. Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı  Arap İsyanları Güncesi , olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen özn...