Ana içeriğe atla

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı.

Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı Arap İsyanları Güncesi, olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen öznellikten uzak olduğunu söyleyebiliriz. Kitabın en ilginç yönünü ise bir savaş muhabirinin sahada yaşadığı zorlukları, habercilik güdüleri ile risk faktörleri arasındaki ikilemi, kişisel tecrübelerinden hareketle aktarması oluşturuyor.

Arap isyanları siyasi baskıların ve hak ihlallerinin uzun yıllar boyu biriktirdiği adaletsizlik duygusuyla, neoliberal politikaların kırılgan sınıflar üzerindeki etkilerinin birleşmesi sonucunda küçük bir kıvılcımla başladı ve bütün bölge ülkelerini ateşe verdi. Peki, bu yangından geriye ne kaldı?

O kıvılcımı yakan 26 yaşındaki gencin, Muhammed Bouazizi’nin ülkesi Tunus’ta tüm siyasi krizlere karşın bir geçiş süreci yürütüldü. Böylece Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesinden bugüne kadar süren şiddetsiz siyasi istikrarsızlık dönemi başladı. Mısır’da 2013 yılında Muhammed Mursi hükümetinin kötü ekonomi yönetimine ve anti-demokratik girişimlerine karşı halkın yeniden sokağa çıkması, yüzlerce kişinin yaşamını yitirdiği bir askeri darbe ile sonuçlandı. Önce darbenin başı, sonra da cumhurbaşkanı olan Sisi yönetiminde Mısır, adım adım 2011 öncesine taşındı. Libya ve Suriye’de ise süreç, en başından itibaren silahlı güçlerin ön alması ve uluslararası müdahale ile çok daha karmaşık bir şekilde ilerledi.

Libya’da Kaddafi yanlısı güçlerin uzun süre direndiği Sirte ve Sebha kentleriyle Beni Velid’de yoğunlaşan savaş, uluslararası koalisyonun hava saldırılarıyla bir kırılma yaşadı. Kaddafi’nin düşüşünün ardından ortaya çıkan egemenlik sorunu ve siyasi istikrarsızlık yakın geçmişte bir iç savaş halini aldı. Suriye’de ise mevcut rejimin güvenlik güçleri ve toplumsal tabakalar arasındaki görece güçlü olan meşruiyeti, muhalefete verilen geniş uluslararası desteğe karşın Beşar Esad iktidarını korudu. Arap İsyanları Güncesi’nde Ertuna’nın anlattığı gibi Suriye, savaş muhabirlerine Libya’yı unutturacak düzeyde bir dehşete tanık oldu. Suriye’nin sınır komşumuz olması nedeniyle de bu ülkedeki silahlı isyan uzun süre Türkiye gündeminden düşmedi. Burada özgürlük ve sosyal adalet talep eden kitlelerin yerini alan El Kaide türevi gruplar, sınırlarını ayrıt etmenin imkansız olduğu çok yönlü bir savaş yürüttüler.

Can Ertuna’nın gözlemlerine göre Libya, 2011 isyanlarına yapılan aceleci ve romantik yakıştırmaların yersizliğinin de ilk kez ispatlandığı yer oldu. Bu yakıştırmaların başında elbette “Arap baharı”  geliyor. Batı’nın, ne zaman Doğu’ya baksa burada kendine benzeyen bir şeyler aramasının, bulabildiklerini de romantize etmesinin bir örneği olan bu kavram, isyanların henüz başında ortaya atıldı. Ne var ki anti-komünist çağrışımıyla medya organları ve akademisyenler tarafından çok tutulan bu kavramın, referans yaptığı ‘özgürlük’ten bir hayli uzak sonuçlar doğurduğu ortada. Zira aradan geçen 10 yıl, bu ülkelerin halklarına özgürlük dışında pek çok şey getirdi: sayısız silah ve mermi, yoksulluk, göç, katliamlar ve ölüm… Yani “bahar” denilen süreç, son kertede dağılan aileler ve enkaza dönüşen kentlerle büyük bir insani trajedi, bir yıkım süreci oldu. Kitabın son bölümünde görüşlerine yer verilen Suriyeli muhalif Rami Cerrah da bu yıkımın verdiği hüzünle Suriye’deki isyanı “başarısız bir devrim” olarak tasvir ediyor. Cerrah’a göre artık kabul edilmesi gereken başarısızlık, Suriyeliler için “ölümü sıradanlaştırdı”. Geride kimin ne için öldüğü ve kim tarafından öldürüldüğünün bilinmediği karanlık ve kirli bir savaştan başka bir şey kalmadı.

Öte yandan temelde özgürlük ya da adalet için atılmış bir çığlığın, bu yolda örgütlenmiş bir itirazın ya da isyanın “bahar” gibi yakıştırmalardan doğan bir meşruiyete ihtiyacı da yok. Dolayısıyla Arap baharı yerine kullanılacak daha nesnel kavramların bu hareketlerin başlangıcındaki idealleri küçültmesi ya da otoriter rejimlere paye vermesi de söz konusu olamaz. Tüm bunlara ek olarak Arap baharı farklı ülkeler, farklı hareketler ve gruplar arasındaki çoğu zaman radikal ayrımları silikleştirip toptancı bir yaklaşımı dayatıyor.

Can Ertuna sahada tanık olduklarının ardından bu kavrama soru işaretiyle yaklaşmış ki yalnızca bu hassasiyet bile Arap İsyanları Güncesi’ni değerli kılıyor. 2010/11’den bu yana yazılan milyonlarca sayfalık analizin, öngörü ve tespitin arasında hakikatin de bulanıklaştığını söylemek mümkün. Kaldı ki bu “bilimsel” çalışmaların çok büyük bir kısmında ortaya konan tahliller, savaşın değişen dinamikleri ile tarihin dışına düştüler bile. Bundan yalnızca birkaç yıl önce yazılmış çoğu güvenlik eksenli akademik makaleler, bugün hiçbir bilimsellik taşımıyor. Oysa 2014’te yazılan Arap İsyanları Güncesi, yalın bilginin izini sürmek, bir muhabirin gözlemlerine kulak vermek ya da yalnızca hatırlamak isteyenler için hâlâ güncelliğini koruyor. 

Not: Fotoğraflar Arap İsyanları Güncesi kitabından alınmıştır.
Can Ertuna, Arap İsyanları Güncesi, İstanbul: Ayrıntı, 2014.
Bu yazı 17 Aralık 2020 tarihinde Gergedan Dergi'de yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nedim Gürsel’in Mısır Yolculuğu

Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri Nedim Gürsel. Üstelik üretkenliği, niteliğini gölgede bırakmayan türden. Henüz “Söz Uçar”ın dumanı üstündeyken yeni bir kitapla karşımızda: “Piramitlerin Gölgesinde”. Piramitlerin Gölgesinde, Nedim Gürsel’in Mısır yolculuğunun kitabı. Deneme türünde kaleme alınsa da röportaj türüne pek uzak değil. Yazar, kitabın henüz başında okuru, ölümün ürperticiliği ile ölümsüzlüğün ihtirasını bünyesinde cisimleştiren Gize’ye çağırıyor. Sfenkslerin heybetinin ve binyılları deviren dirençlerinin etkisinde, yolu Gize’ye düşenleri anımsıyor ve anımsatıyor. Nedim Gürsel eserlerinde, kendi bellek süzgecinden geçirdiği sanatsal ya da folklorik ögelere sıkça başvuran bir yazar. Anlatımını kimi zaman bir şiir, kimi zaman diline dolanan bir türkünün yarım yamalak nakaratıyla zenginleştiriyor.  Bence Nedim Gürsel’i başarılı kılan konulardan biri de bu. Edebiyatta 50. yılı arkasında bırakan bir yazar, iflah olmaz bir merakla ve daha da önemlisi, ele alacağ

Atay'ın Demiryolu Hikayecileri'nde "İktidar"

          Şehre uzak bir kasabada, bir demiryolu istasyonunda hikayeler yazıp satarak hayatını kazanan bir hikayecinin anlatımıyla Demiryolu Hikayecileri, iktidar – edebiyat ilişkisi bağlamında incelenmesi yerinde olan hikayelerden biridir. Oğuz Atay’ın bu hikayesi, üç seyyar hikaye satıcısı ve çalıştıkları istasyonun şefi etrafında gelişmektedir. İstasyonda çalışan hikayeciler, diğer seyyar satıcılar ve istasyon şefi arasında kurulan ilişkiyi belirleyen bir takım etkenler vardır. Bu etkenleri, Oğuz Atay’ın satırlarından yansıyan ekonomik, siyasal, sosyal gerçekler olarak da görebiliriz. Savaşın ekonomik ve sosyal koşulları, seyyar satıcıların sağlıkları, yaşam ve çalışma şartları sebebiyle üzerlerine sinmiş olan çaresizlik; hikayenin karakterleri arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir. Bu sosyolojik yapı ve piyasa koşulları, hikayede aradığımız iktidar ilişkilerini var ettiği gibi kendi içlerinde de farklı iktidar öğeleri barındırıyor olabilirler.           İstasyon şefinin sırad