Ana içeriğe atla

Güneydoğu’da Bir Hafta I : Kış Güneşinin Okşadığı Kent: Tarsus

Ocak ayında karımla Güneydoğu Anadolu şehirlerinin bir kısmını ziyaret etmiştik. Ben de bir gün yazmak niyetiyle tüm gezi duraklarımızı, ilgimizi çeken mekânları, efsaneleri defterime not etmiştim. Aylar sonra, ancak bugün o deftere dönebildim.

Seyahatimizin ardından Ankara’ya döndüğümüzde, daha önce hiç gitmediğimiz bu coğrafyanın büyüsünden henüz çıkamamıştık ki; 6 Şubat Pazartesi sabahı, milyonlarca insan için bugün hâlâ devam eden bir kâbusa uyandık. Yitirilen on binlerce insanın her birinin ayrı ayrı hikâyelerini kaydetmek mümkün olsa keşke. Ben bu dizide onların hatıralarıyla bezeli olduğundan kuşku duymadığım mekânları, kentleri, tarihî yapıları yazmaya çalışacağım.

Bu seyahatteki tanıklıklarımız, Güneydoğu Anadolu turu yapmış olan pek çok kişinin paylaşabileceği izlenimleri ve duyarlılıkları içinde barındırıyor. Elbette çok sınırlı bir zamanda, görece popüler mekânları içeriyor. Belki bundan 1 yıl önce seyahatimizi yazmak, mevcut onlarca gezi yazısına bir ekleme yapmaktan ötesi değildi; bugün ise aynı zamanda yüzümüzü güldüren o insanlara, bizi ağırlayan kentlere karşı bir borç.

Bu yazı dizisinde yalnızca depremden etkilenen yerlerdeki gözlemlerimizi değil, seyahatimizin tamamını okuyucu ile paylaşmaya çalışacağım. Seyahat rotamız Tarsus (Mersin), Adana, Samandağ (Hatay), Antakya (Hatay), Gaziantep, Şanlıurfa, Harran (Şanlıurfa), Mardin, Midyat (Mardin) ve Hasankeyf (Batman) şeklindeydi. 23 Ocak Pazartesi Ankara’dan yola çıkıp 29 Ocak Pazar günü eve döndük. Aracımızla çıkmak, bize birbirinden oldukça uzak yerlere rahatlıkla ulaşma imkânı verse de bütçemizin önemli bir kısmını benzine harcamamıza yol açtı. 

Mitler, efsaneler, peygamberler coğrafyası Güneydoğu’da altı gün… Renkleriyle, lezzetleriyle ve hüzünle anımsayacağız. Tarsus’tan başlayalım.

İstikamet Tarsus

Ankara’dan kendi aracımızla sabah 7 sularında yola çıktık. Çıkış saatimiz öngördüğümüzden geç olsa da kış mevsimi olması sebebiyle hava hâlâ zifiri karanlıktı. Bomboş bir coğrafyanın ortasındaki Niğde otoyolunda uzunca bir süre neredeyse hiçbir araç görmeden ilerledik. Otoyolun fiyatı Ocak ayında 138,5 TL idi. Çok uzun bir yol olduğu için ülkemiz standartlarında makul bulmuştuk, tabi henüz ilk durağımıza varamadan benzin almak zorunda kaldık. Üstelik yeni açılan otoyoldaki pek çok dinlenme tesisi ve benzin istasyonu henüz hizmete girmemişti. Dolayısıyla yakıt, tuvalet gibi ihtiyaçlarınız için tedbirli olmakta fayda var. Bu durum özellikle dönüş yolunda bizi tedirgin edecek düzeye vardı.

Barışçıl ve Adanmış Yedi Uyurlar

Tarsus’a vardığımızda saat 14’ü bulmuştu. Konumunun daha yakın olması nedeniyle ilk durak Eshab-ı Kehf Yedi Uyurlar Mağarası oldu. Söz konusu mağara, Anadolu’da pek çok yerde karşımıza çıkan bir efsanenin bölgedeki versiyonuna kaynaklık ediyor. Bu mağaranın bulunduğu Encülüs Dağı’nın eteklerindeki Dedeler Köyü huzurlu ve sakin bir yerleşim yerine benziyor. Yedi uyurların uykusu köyün havasına sinmiş de gürültü çıkarıp düzen bozanları cezalandırmış gibi burada.

Ol rivâyet odur ki; zâlim Bizans imparatoru Diocletianus (Dakyanus) Tarsus’a gelerek tek bir Tanrı’ya inanan 7 genci huzuruna çağırmış. Onlara inançlarından vazgeçmelerini ve putperestliğe dönmelerini salık vermiş. Ancak bu altı genç, din değiştirmeleri için kendilerine verilen süreden yararlanıp bir mağaraya saklanmışlar. Haberlerini alan Dakyanus bu mağaranın girişini kapattırmış ve 7 genç ile köpekleri Kıtmir’i ölüme terk etmiş.

Tanrı’nın hikmetinden sual olunmaz ya, 309 yıl sonra bir genç elinde uzun yıllar önce tedavülden kaldırılmış bir sikke ile çarşıya inmiş. Kısa sürede bu gencin; 309 yıl önce mağaraya inen ve burada kapalı kalmak pahasına inançlarından vazgeçmeyen 7 gençten biri, Yemliha olduğu anlaşılmış. Diğerlerinin isimleri ise Mekselina, Mislina, Mernus, Debernuş, Şazenuş ve Kefeştatayyuş’muş. Yüzyıllardır o mağarada ibadet ettiğine inanılan yedi uyurlar, ortaya çıktıkları gibi bir anda ortadan kaybolmuşlar.

Kur’an’daki Kehf Suresi’nin 9-26. ayetlerinin de bu gençlerin hikâyesini anlattığı biliniyor. Kuşkusuz, zalimlere karşı Allah inancını terk etmeyen ‘Mağara Dostları’nın -Eshab-ı Kehf’in Türkçe karşılığı budur- hikâyesi, sarsılmaz bir inancı öğütlüyor. Teşbihte hata olmaz, eylemleri öylesine barışçıl ki; sivil itaatsizliğin erken bir örneği gibi.

Yedi uyurların efsanesi kadar isimleri de ilham verici. Öyle ki daha arabaya dönmeden Ege’nin bir şarkının sözlerini mırıldandığını duyuyorum: “Kefeştetayyüş ille de kıtmir rap rap…” Hemen açıp özgün üslubuyla Cem Karaca’dan dinliyoruz: Raptiye Rap Rap! Üstelik bir defa da değil. Bu şarkı bize bütün seyahatimizde, kimi zaman dilimizde, kimi zaman hoparlörümüzde eşlik edecek.

Genişçe bir mağara haricinde hiç de büyüleyici olmayan bu mekândan, isimlerden ve çelişen rivayetlerden kafamız karışmış halde ayrıldık. Yedi Uyurların adanmışlığına imrenerek Tarsus şehir merkezine doğru yola koyulduk.

Kış Güneşinin Okşadığı Kent

Tarsus, güney ilçelerimize özgü bir deniz kenti güzelliği ile Güneydoğu’nun taş yapılarının buluştuğu bir şehir. Arap tarihçilere göre ismini Nuh Peygamberin torunlarından birinden almış. Bir diğer rivayet ise kanatlı at Pegasus’un bu coğrafyada ayağını sakatladığını ve bu yüzden bölgenin adının Latince ayak tabanı anlamına gelen “Tarsos” olduğunu söylüyor. Güneydoğu Anadolu’nun Tanrılar ve peygamberler hakkındaki mitleri ilk durakta başlıyor. Hepsini akılda tutmak zor olacak.

Tarsus’ta “Tarihî/Eski Tarsus Evleri” olarak anılan mahalle mutlaka ziyaret edilmeli. “Şöyle bir evimiz olsa” cümlesini dilinden düşürmeyen hayalperestler bu taş-ahşap yapılardan epey etkilenecekler. Yalnız bizim ziyaretimiz sırasında mahallede çok sayıda ev onarım görüyordu. Kullanılanlar ise gördüğümüz kadarıyla konut olarak değil de işyeri olarak kullanılıyorlar. Bu nedenle Tarsus’un genelinde soluduğumuz o gündelik yaşamın sıcaklığı bu evleri terk etmiş gibi.



Ankara soğuğundan sonra Tarsus’un ılık havası iştahımızı açtı. Şehrin ana aksını oluşturan Adana Caddesi’nde rastladığımız Kesmen Humus’a teklifsiz giriverdik. Lokantanın üst katında, taburelerde oturulan genişçe bir aile salonu var. Suyun sürahiyle geldiğini gören beyaz yakalı ruhlarımız kıpır kıpır olmuşken beklediğimiz humuslar sofraya buyurdular. Güneydoğu Anadolu turumuzun en iyi humusunu burada yedik. Mekânın yaşayan, nefes alan ambiyansı ile lezzetli humuslarımız bizi gezi havasına tam anlamıyla soktu.

Tarsus’ta birbirine yürüme mesafesindeki Makam-ı Danyal Camii’ni, Kleopatra Kapısı’nı, Kırkkaşık Bedesteni’ni, Eski Cami’yi, Saint Paul Kuyusunu ve Saint Paul Kilisesi’ni gördük. Bu hızlı keşif turunun ardından ilk gece konaklayacağımız Adana’ya doğru yola koyulduk. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı. Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı  Arap İsyanları Güncesi , olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen öznelli

Nedim Gürsel’in Mısır Yolculuğu

Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri Nedim Gürsel. Üstelik üretkenliği, niteliğini gölgede bırakmayan türden. Henüz “Söz Uçar”ın dumanı üstündeyken yeni bir kitapla karşımızda: “Piramitlerin Gölgesinde”. Piramitlerin Gölgesinde, Nedim Gürsel’in Mısır yolculuğunun kitabı. Deneme türünde kaleme alınsa da röportaj türüne pek uzak değil. Yazar, kitabın henüz başında okuru, ölümün ürperticiliği ile ölümsüzlüğün ihtirasını bünyesinde cisimleştiren Gize’ye çağırıyor. Sfenkslerin heybetinin ve binyılları deviren dirençlerinin etkisinde, yolu Gize’ye düşenleri anımsıyor ve anımsatıyor. Nedim Gürsel eserlerinde, kendi bellek süzgecinden geçirdiği sanatsal ya da folklorik ögelere sıkça başvuran bir yazar. Anlatımını kimi zaman bir şiir, kimi zaman diline dolanan bir türkünün yarım yamalak nakaratıyla zenginleştiriyor.  Bence Nedim Gürsel’i başarılı kılan konulardan biri de bu. Edebiyatta 50. yılı arkasında bırakan bir yazar, iflah olmaz bir merakla ve daha da önemlisi, ele alacağ

Atay'ın Demiryolu Hikayecileri'nde "İktidar"

          Şehre uzak bir kasabada, bir demiryolu istasyonunda hikayeler yazıp satarak hayatını kazanan bir hikayecinin anlatımıyla Demiryolu Hikayecileri, iktidar – edebiyat ilişkisi bağlamında incelenmesi yerinde olan hikayelerden biridir. Oğuz Atay’ın bu hikayesi, üç seyyar hikaye satıcısı ve çalıştıkları istasyonun şefi etrafında gelişmektedir. İstasyonda çalışan hikayeciler, diğer seyyar satıcılar ve istasyon şefi arasında kurulan ilişkiyi belirleyen bir takım etkenler vardır. Bu etkenleri, Oğuz Atay’ın satırlarından yansıyan ekonomik, siyasal, sosyal gerçekler olarak da görebiliriz. Savaşın ekonomik ve sosyal koşulları, seyyar satıcıların sağlıkları, yaşam ve çalışma şartları sebebiyle üzerlerine sinmiş olan çaresizlik; hikayenin karakterleri arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir. Bu sosyolojik yapı ve piyasa koşulları, hikayede aradığımız iktidar ilişkilerini var ettiği gibi kendi içlerinde de farklı iktidar öğeleri barındırıyor olabilirler.           İstasyon şefinin sırad