Ana içeriğe atla

Sakin ve bitaraf “Bursa Yazıları”

İsmet Tokgöz’ün kısa ve derin “Bursa Yazıları” kentin belleğine zaman ötesi bir yolculuk kitabı.

Erken dönem Osmanlı mimarisinin bütün özelliklerini taşıyan tarihi yapılardan, açık-koyu tonlarıyla yeşilden ve sudan mürekkep bir kent imgesi aslında eski Bursa. Avrupa’da genellikle “old city”  (tarihi kent merkezi) olarak tanımlanan ve modern yerleşim yerlerinden ayrılan bölgelerin ülkemizde bir karşılığı olarak da görülebilir. Fakat Avrupa’daki söz konusu örneklerin aksine şehrin turistik merkezi olmakla sınırlanamayacak şekilde; ticari ve kültürel yaşamın nefes alıp verdiği bir bölge... Bu yönüyle Eski Bursa, yeni yerleşim yerlerinden ve buralarda yaşayan insanlardan izole değil; aksine “çarşı” görevini sürdüren hanlarıyla Bursalıların gündelik yaşamlarının hala merkezinde bulunuyor. Türk-İslam kültüründe şehircilik anlayışının başat ögelerinden Cuma Camiilerin özel bir örneği olan Ulucamii, hala Bursa halkının en önemli uğrak yerlerinden biri. Ulucamii, cuma namazı ve cenaze törenlerinde; Kapalı Çarşı’ya, Tuz Pazarı’na ve Kozahan’a bağlanan avlularıyla sosyal yaşamın da tezahür ettiği bir merkez haline gelmektedir. Bu merkezî rolü, hiç tanımadığım dedemin “her nereye giderseniz gidin, ama Ulucami’nin minarelerini kaybetmeyin” nasihatini anımsatmıştır hep anneme. Eski Bursa, apartmanların tüm şehri kuşatmadığı dedemin zamanında neresinden bakılırsa bakılsın Ulucami’nin minarelerinin görülebildiği yerdi zira.

Bursa, mimarisi, kentin belleğini oluşturan uhrevi mekânları ve meşhur çıkmaz sokaklarıyla varoluşunu tamamlayan; Hilmi Yavuz’un ifadesiyle “ruhaniyetli” bir şehir. İsmet Tokgöz ise “sakin ve bitaraf” diyor bu derinliği tarif ederken. Tayakadın Mahallesi’nde, huzura ve sükûnete kesmiş evleriyle özdeşleştirdiği çocukluğunu siyah beyaz bir Bursa fotoğrafı gibi anımsıyor. Anımsıyor çünkü o bahçeli evinin yerinde bugünlerde trafiğiyle meşhur Haşim İşcan Caddesi bulunuyor artık. Eski Bursalıların, akşamüzerleri tevekkülle arşınladıkları o sokakların kaçı yerli yerinde ki şimdi?

Son on yıllarda dönüşen, yenilenen ya da sıfırdan inşa edilen ne varsa insanların tüketimini merkeze alıyor sanki. Alışveriş merkezleri kentin yeni sembolleri olarak sunuluyor. Kent merkezinde bırakın sosyal dokunun korunmasını hoyrat ve acımasız bir ticari anlayış hüküm sürüyor. Şehrin kalbi Atatürk Caddesi’nde kapanan kitabevlerinin yerinde iç çamaşırı mağazaları furyası dinmek bilmedi. Bursa’nın mahalle kültürünün en canlı olduğu Tahtakale’de dahi esnaflar dükkanlarını hipermarketlere terk edip kaçıyor. Çekirge mi dediniz, unutulmuş, kaderine ve yeni sakinlerinin yaşam kültürüne (belki o farklı kültürlerin hepsine birden) terk edilmiş halde. Yeşil ve suyla bezeli Dobruca Köyü’nü artık dev bir kafe-restoran işletmesi ile anıyor herkes. İsmet Tokgöz bu dönüşümün somut izlerine pek değinmese de nasıl incindiğini ifade ediyor şu sözlerle:

“Herkesin yaşadığı şehre ait imgesi farklı olsa da ‘kişilikli’ bir şehir olarak bu imgelerin çok ortak özellikler barındırmasına imkan sağlayan Bursa’da da bu dönüşümün yönü, insanların günlük hayatlarında, hepsi olmasa da çoğu bildik ve tanıdık olan hemşehri çehreleriyle yüz yüze geldikleri şehirden ben ve başka herkesin boy gösterdiği kalabalık mekanlarıyla ‘büyükşehir’e doğru oldu. Bunlara tanık olurken neden eski Bursa’yı, Bursa imgesini ayakta tutan tarihsel dokuyu daha da özenle koruma iradesini ortaya koyamadık biz, diye sormadan edemiyor insan.

Bilim adamları bu dönüşümden sonra ‘duygunun ölümü’ bahsini açtılar; şehre aidiyet duygusuydu söz konusu ettikleri. Bursa’da bu dönüşüme tanık olurken, ben, varoluşun mekânsal özelliği nedeniyle olsa gerek, daha çok bağlandım şehrime. Bu nedenle eski Bursa’nın gördüğüm okuduğum her kaybı beni çok incitti; savruldum gittim.”  (Bursa Yazıları, s. 117-118)

Kentin Bellek Mekânları: Hamamlar


“Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” diyordu Evliya Çelebi 17. yüzyılda. Küresel iklim krizi çağında, bu pek kısa Bursa tanımlamasının geçerli olduğunu söylemek zor. Ancak sıcak sular şehri Bursa’nın -sayıları ne kadar azalsa da- hala çalışan tarihi hamamları; kent kimliğinin en önemli unsurlarından biridir. İsmet Tokgöz’ün Bursa imgesinde de Refik Halid Karay’a atıfla “ısınmak, dinlenmek, düşünmek ve yıkanmak” için gidilen hamamlar ayrı bir yer tutuyor. Edebiyatta hamamların konumunu da irdelemiş olan yazar, alıntılarla güçlendirdiği bu bölümde okuru, güçlü tasvirlerle kavrıyor. Bursa’nın kaplıca ve hamamlarına ilişkin bu metinde ben de, esasen pek de uzak olmayan ama geçmişin/geçen zamanın mutlaklığında silikleşen ilk gençlik yıllarıma döndüm.

Adını bir yatırdan alan Tezveren Mahallesi’nde, sokak arasındaki o ufacık Haydarhane Hamamı ilk gittiğim hamamdı. Maksem’in eski sakinlerinden olan anneannemin beni hamama gönderirken büründüğü kaygılı halin; Haydarhane Hamamı çevresindeki hısımlarını, beni gözetmeleri için tembihlemesini gerektirecek kadar ileri düzeyde olduğunu düşünemezdim. Hamamların yalıtılmış iç mekânlarının, cinsel istismar söylentileri ile nam saldığını çok sonra öğrendim. Daha sonra Nasuh Paşa, Kara Mustafa, Çakırhamam gibi daha büyük hamamlara da gittim ve Eski Bursa’nın neredeyse tüm hamamlarında yıkanıp, düşünme keyfine erdim. Derinleşmek, insanlığın kadim belası o mana arayışına dönmek istediğimde geç saatleri tercih ederim. Su sesinin ve insan nefesinin; nemli, çoğu kez de sıvası kabarmış ve yosun tutmuş tarihi kubbelerdeki yankısı zamanın ölçülebilirliğini yadsımama neden olurdu. Tokgöz’den okuyunca öğrendim; hamamların, İslam coğrafyası şiirinde “cennete dair bir iyi olma hali” ile tasvir edildiğini.

İsmet Tokgöz, Kırmızı Kedi, 2017.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı. Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı  Arap İsyanları Güncesi , olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen öznelli

Nedim Gürsel’in Mısır Yolculuğu

Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri Nedim Gürsel. Üstelik üretkenliği, niteliğini gölgede bırakmayan türden. Henüz “Söz Uçar”ın dumanı üstündeyken yeni bir kitapla karşımızda: “Piramitlerin Gölgesinde”. Piramitlerin Gölgesinde, Nedim Gürsel’in Mısır yolculuğunun kitabı. Deneme türünde kaleme alınsa da röportaj türüne pek uzak değil. Yazar, kitabın henüz başında okuru, ölümün ürperticiliği ile ölümsüzlüğün ihtirasını bünyesinde cisimleştiren Gize’ye çağırıyor. Sfenkslerin heybetinin ve binyılları deviren dirençlerinin etkisinde, yolu Gize’ye düşenleri anımsıyor ve anımsatıyor. Nedim Gürsel eserlerinde, kendi bellek süzgecinden geçirdiği sanatsal ya da folklorik ögelere sıkça başvuran bir yazar. Anlatımını kimi zaman bir şiir, kimi zaman diline dolanan bir türkünün yarım yamalak nakaratıyla zenginleştiriyor.  Bence Nedim Gürsel’i başarılı kılan konulardan biri de bu. Edebiyatta 50. yılı arkasında bırakan bir yazar, iflah olmaz bir merakla ve daha da önemlisi, ele alacağ

Atay'ın Demiryolu Hikayecileri'nde "İktidar"

          Şehre uzak bir kasabada, bir demiryolu istasyonunda hikayeler yazıp satarak hayatını kazanan bir hikayecinin anlatımıyla Demiryolu Hikayecileri, iktidar – edebiyat ilişkisi bağlamında incelenmesi yerinde olan hikayelerden biridir. Oğuz Atay’ın bu hikayesi, üç seyyar hikaye satıcısı ve çalıştıkları istasyonun şefi etrafında gelişmektedir. İstasyonda çalışan hikayeciler, diğer seyyar satıcılar ve istasyon şefi arasında kurulan ilişkiyi belirleyen bir takım etkenler vardır. Bu etkenleri, Oğuz Atay’ın satırlarından yansıyan ekonomik, siyasal, sosyal gerçekler olarak da görebiliriz. Savaşın ekonomik ve sosyal koşulları, seyyar satıcıların sağlıkları, yaşam ve çalışma şartları sebebiyle üzerlerine sinmiş olan çaresizlik; hikayenin karakterleri arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir. Bu sosyolojik yapı ve piyasa koşulları, hikayede aradığımız iktidar ilişkilerini var ettiği gibi kendi içlerinde de farklı iktidar öğeleri barındırıyor olabilirler.           İstasyon şefinin sırad