Annie Ernaux çağdaş Fransız edebiyatında “bir fırsat bulup okumalı” diye geçiştirdiğim ve zamanla muhtemelen unutup gideceğim bir isimdi. Geçtiğimiz yıl aldığı Nobel Edebiyat Ödülü, Ernaux okumaya Seneler’le başlamama vesile oldu.
Seneler, arka
kapağında belirtildiği gibi “1940’lardan 2000’lere uzanan kronik bir metin”.
Bir kadının çocukluk yıllarından yaşlılığına kadar geçen ömrü fotoğraf
karelerinde ve video kasetlerde özetleniyor. Televizyon reklamlarında bir bayram
günü torunlarını etrafına toplayıp aile albümünü gösteren büyükanneler ya da büyükbabalar
gibi romandaki anlatıcı da tasvir ettiği fotoğraflar üzerinden yaşamının bir
muhasebesini yapıyor.
Seneler
bireysel bir roman. Anlatım biçiminden diline, üslubuna kadar her şey bu
bireyselliği vurguluyor. Bir kadının yaşamının “bir film şeridi gibi” gözümüzün
önünden akıp geçtiği bu bireysel anlatı, okura değil de bir dosta, bir
psikoloğa ya da benzetmemizdeki gibi torunlara yazılmış kadar da samimi.
Öte yandan Seneler, bir kuşağın, politik bir çevrenin umut ve karamsarlık arasında salınan -sonunda karamsarlığa takılıp kaldığını zannettiğim- duygularını aktaran toplumsal bir roman. Üstelik, Fransa yakın siyasi tarihini çağdaş popüler kültür akımlarıyla paralel bir şekilde sunduğundan çok katmanlı bir toplumsallık barındırıyor. Anlatıcının kişisel hikâyesi, 68'lilerin siyasal tavrının on yıllar içinde geçirdiği dönüşümün bir yansıması. Ernaux, 1968 Paris'inde sokağın romantizmine kapılan bir gençliğin, 1980'lerde Sosyalist Parti'ye nasıl eklemlendiğini psikolojik bir anlatıyla aydınlatıyor. Özellikle bu bölüm, 14-28 Mayıs seçimlerinden önce okuduğum için olsa gerek, beni Türkiye’de Gezi kuşağı üzerine düşünmeye itmişti. Gezi’den 10 yıl sonra “ehvenişer” denilerek sandığa atılan oyların, seçimlerde muhalefetin olası bir zaferinde sosyaldemokratik bir seçenek yaratması mümkün müydü? Bugünden bakınca pek olası görünmüyor; ama 68’liler 1981’de Mitterand’a aynı şerhleri düşerek benzer motivasyonlarla oy vermiş ve “bir şeyler” başarmıştı. Hiçbir zaman umut ettikleri radikallikte bir sosyalizme kavuşamasalar da sağın önünü kesmenin haklı tesellisine eriştiler. Ne yazık ki kuşağımız bu teselliden de bir hayli uzak.
Kadın hikâyelerini ele alış tarzıyla Annie Ernaux, okuru karakteriyle dertleştiren; acıları, hüzünleri, sevinçleri paylaştıran, hissettiren usta bir kalem. Boş Dolaplar, bu anlamda yazarın edebi yetkinliğine tam anlamıyla teslim olduğum eseri oldu. Kitabın ilk ve en çok akılda kalan bölümü, yalnız ve genç bir kadının kürtajını ve kürtaj sonrasındaki duygularını konu alıyor. Bu bölümde Ernaux’nun güçlü tasviri, kitabı elinizden düşüremeyeceğinizi baştan haber veriyor.
Roman, çocukluğundan üniversite yıllarına kadar iç dünyasına konuk olduğumuz bir genç kızı konu alıyor. Sınıf atlamak isteyen bir gencin, ailesine, mahallesine duyduğu dinmeyen öfke ve iğrenme hissi yer yer “asap bozucu” olabiliyor. Bunun yanı sıra ergenliğin duygusal sınavlarının böylesine çarpıcı bir dille anlatılması kimi zaman okuru çıplak hissettirecek kadar gerçekçi. Aileyi aşma, aileden özgürleşme hayali, ailenin böylesine güçlü ve baskıcı olduğu bir ülke olan Türkiye’de de pek çok gencin ergenliğinin en önemli etkenlerinden biri. Bence kim Denise Lesur’un hislerini kısmen de olsa paylaşmadığını söylüyorsa yalan söylüyordur.
Yorumlar
Yorum Gönder