Ana içeriğe atla

Bir Fotoğraf, Bir Video, Bir Şiir ve Birkaç Hatıra

2009 yılıydı. Doğup büyüdüğüm şehirde bir futbol maçının kitlesel bir öfkeyi nasıl uyandırabileceğini görüp ürkmüştüm. Bir esnaf dükkânında çalan marşlara, hınçla söylenen küfürler eşlik ediyordu. Yanlış anımsamıyorsam yağmur yağıyordu.

Bir fotoğraf… Yeşil-beyaz atkılı binlerce taraftar. Bir futbol stadının tribünlerini doldurmuş, coşkulular. Sağanak yağmur sebebiyle tuttukları takımın renginde şemsiyeleri, şapkaları ve anorakları var. Tuttukları takımın rengi, yaşadıkları kentin sembolünden geliyor. Yaşadıkları kent geniş ve bereketli ovasının yemyeşil ağaçlarıyla biliniyor.

Tribünün orta kısımlarında bir pankart… Üzerinde beyaz bir otomobil resmi çizilmiş. O kentte fabrikası bulunan bir otomobil markasının, Renault’nun, Türkiye’de “Toros” ismiyle bilinen R12 modeli. Ancak bu pankart bir otomobilden daha fazlasını temsil ediyor. 1990’ların en popüler otomobillerinden biri olan beyaz toroslar, devletin “derin” işlerini, hukuksuz gözaltıları, zorla kaybettirilmeleri simgeliyor. Beyaz yalnız Torosların değil, o kentin spor kulübünün renklerinden biri.

Bir video kaydı dolaşıyor sosyal medyada. Binlerce kişi arasından itile kakıla çıkış kapısına sürüklenen bir adam… Geçtiği yerlerde kalabalık dalgalanıyor. İtip kakmalar bir anda yumruklara, tekmelere dönüveriyor. Ona bir, yüze bir, bine bir kavga olur mu? Adam linççi güruhun elinden son anda kurtuluyor. Sosyal medyada Kürt olduğu için saldırıya uğradığı yazılıyor.

Biz ne zaman böyle olduk diye sormayacağım; çünkü biliyorum onlar hep böyleydi ve biz onlardan değildik. Ben, ilkokul yıllarımda evde kağıttan top yapar, futbolcu olacağımı ve Bursaspor'da oynayacağımı hayal ederdim. Onlar her maç çıkışında mahallemize gelir, küfürlü sloganlar atarak yan apartmanı taşlarlardı. Annem jaluzileri kapatırdı, burnundan soluyan bir vahşi hayvan gibi homurdayan kitleyi izlerdik. Taşladıkları, Gökkuşağı Derneği’nin merkeziydi.

Bu kent taşlanacak şeylere karşı hep teyakkuz halindeydi aslında. Kendi sokaklarından çıkan en büyük değerlerden birini de taşlamıştı bir keresinde. Bir şiir... Zeki Müren bu kente kırgınlığını anlatıyordu sanki:

“Beni Bursa sokağında vurdular
Güneşi olmayan bir sabahta
Yeşil şarap aktı bileklerimden
...”

Fotoğrafa dönelim. Beyaz Toros pankartının az ötesinde “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın büyük boy resmi yer alıyor. Binlerce kişi kahvehane taramalarıyla, faili meçhul cinayetlerle ilişkilendirilen bir tetikçinin resmini niye taşıyor? Formadaki yeşil, onu simgeliyor, Bursa ovasının şeftali ağaçlarını değil.

Videoya dönelim. Stadyumda oyun oynanmıyor. Kavga ediliyor. Tribünlerden fırlatılan binlerce madde yağmur gibi yağıyor. Bir başka videoda sapanlı bir adam, kimi hedef alıyor? Tarih 2009 değil, 2023. Bursa ovasında meyve ağaçları yok artık. Kaldırım kenarlarını yeşile boyuyorlar. Biz niye böyleyiz diye sormuyorum. Biz değiliz. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı. Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı  Arap İsyanları Güncesi , olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen öznelli

Nedim Gürsel’in Mısır Yolculuğu

Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri Nedim Gürsel. Üstelik üretkenliği, niteliğini gölgede bırakmayan türden. Henüz “Söz Uçar”ın dumanı üstündeyken yeni bir kitapla karşımızda: “Piramitlerin Gölgesinde”. Piramitlerin Gölgesinde, Nedim Gürsel’in Mısır yolculuğunun kitabı. Deneme türünde kaleme alınsa da röportaj türüne pek uzak değil. Yazar, kitabın henüz başında okuru, ölümün ürperticiliği ile ölümsüzlüğün ihtirasını bünyesinde cisimleştiren Gize’ye çağırıyor. Sfenkslerin heybetinin ve binyılları deviren dirençlerinin etkisinde, yolu Gize’ye düşenleri anımsıyor ve anımsatıyor. Nedim Gürsel eserlerinde, kendi bellek süzgecinden geçirdiği sanatsal ya da folklorik ögelere sıkça başvuran bir yazar. Anlatımını kimi zaman bir şiir, kimi zaman diline dolanan bir türkünün yarım yamalak nakaratıyla zenginleştiriyor.  Bence Nedim Gürsel’i başarılı kılan konulardan biri de bu. Edebiyatta 50. yılı arkasında bırakan bir yazar, iflah olmaz bir merakla ve daha da önemlisi, ele alacağ

Atay'ın Demiryolu Hikayecileri'nde "İktidar"

          Şehre uzak bir kasabada, bir demiryolu istasyonunda hikayeler yazıp satarak hayatını kazanan bir hikayecinin anlatımıyla Demiryolu Hikayecileri, iktidar – edebiyat ilişkisi bağlamında incelenmesi yerinde olan hikayelerden biridir. Oğuz Atay’ın bu hikayesi, üç seyyar hikaye satıcısı ve çalıştıkları istasyonun şefi etrafında gelişmektedir. İstasyonda çalışan hikayeciler, diğer seyyar satıcılar ve istasyon şefi arasında kurulan ilişkiyi belirleyen bir takım etkenler vardır. Bu etkenleri, Oğuz Atay’ın satırlarından yansıyan ekonomik, siyasal, sosyal gerçekler olarak da görebiliriz. Savaşın ekonomik ve sosyal koşulları, seyyar satıcıların sağlıkları, yaşam ve çalışma şartları sebebiyle üzerlerine sinmiş olan çaresizlik; hikayenin karakterleri arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir. Bu sosyolojik yapı ve piyasa koşulları, hikayede aradığımız iktidar ilişkilerini var ettiği gibi kendi içlerinde de farklı iktidar öğeleri barındırıyor olabilirler.           İstasyon şefinin sırad