Ana içeriğe atla

Ölümle Yüzleşmek İçin Yaşamın Muhasebesini Yapmak

Nedim Gürsel son yıllarda hep ölüm üzerine düşünüp yazıyor. Ölüm düşüncesinin Nedim Gürsel edebiyatını ele geçirmesi, kızı Dilay’a atfettiği Baba Bak Deniz’le başladı. Yayımlanmış son romanı Son Yolcu da bu düşüncenin bir ürünü. Bir önceki eserinde yaşamdaki “son faslını” yaşıyor olmasına bağlamıştı Gürsel, ölümle meşguliyetini. Son Yolcu’yu takip eden deneme kitabı Ölüm Hep Aklımdasın ise bu meşguliyetin şimdilik son ürünü.

Son Yolcu, yazar Deniz Çakır’ın Paris-İstanbul uçağında uyur uyanık, düş ile gerçek arasında aklından geçirdiği yaşamını konu alıyor. Nedim Gürsel’in, Deniz Çakır’ın hikâyesini yazarken kendi yaşamından yararlandığını söylemek okurları için sürpriz olmayacaktır. İki ülke arasında gidip gelen ama hem edebi hem politik olarak Türkiye’den hiç kopmayan bir yazarın Balıkesir’de başlayan öyküsü, tanıdığımız Nedim Gürsel’in öyküsünden çok farklı değil. İsmi farklı olsa da eserleri, eğitimi, ilgi duyduğu mekânları ile ta kendisi. Yine de kitaba ilişkin bütün tanıtım metinlerinde “otobiyografik unsurlara” sık sık vurgu yapılmasını biraz yersiz bulduğumu belirtmeliyim; çünkü yalnız Son Yolcu değil, Gürsel’in neredeyse tüm kurmaca eserleri, okura aynı soruyu sordurur.

İki kent arasında dolaşırken pek çok şehri, insanı ve hatırayı düşünüyor Deniz Çakır. Böylece yazarın diğer eserlerinde olduğu gibi, Son Yolcu’da da sanat, siyaset tarihinden hatta mitolojiden ilginç sözler, efsaneler, hatıralar bekliyor okuru. Hepsinin dönüp dolaşıp dayandığı nokta ise geçmişte olmaları. Yaşanıp bitmiş bir ömrün muhasebesi gibi geçiyor tanıştığı insanlar, yazdığı eserler gözünün önünden. Oysa henüz bitmiş bir şey yok. Kadınlar konusunda hâlâ tutkulu ve doyumsuz, hâlâ üretiyor Deniz Çakır. Ölümle yüzleşmek için, onu yenemeyeceğini bilse dahi, yaşamla hesaplaşmak için…

Bana göre Son Yolcu’yu diğer romanlardan farklı kılan, kinayeye ve söz oyunlarına ölçüsüzce başvurulmuş olması. Kitabın bu özelliği, eserlerinde Türkçeyi büyük bir özenle kullanan Gürsel’in sözcüklere nasıl hükmettiğini gösteriyor, evet. Ancak anlatının, çoğunlukla cinselliğe varan söz oyunlarıyla sık sık bölünmesinin, hatta saptırılmasının pek çok kez iç çekmeme neden olduğunu söylemeliyim. Bu yüzden Deniz Çakır’a, heyecanlı bir okuru olduğum Nedim Gürsel’e hiç duymadığım bir antipati duydum zaman zaman. Deniz Çakır’ın İstanbul’da onu bekleyen sevgilisi Songül de ismi üzerinden tekrarlanan bu söz oyunlarından nasibini almış.

Kürt kimliğini inançla savunan bir muhalif olan Songül’ün, Deniz Çakır’la ilişkisini anlamlandırmakta da zorlandım. Ne Deniz Çakır’ın barış yanlısı siyasal konumu ne de 1970’lerdeki politik aktivizmi, radikal Songül’le Deniz Çakır’ın dünyalarını yakınlaştırıyor benim için. Öte yandan Songül’ün ne politik görüşleri ne de aile yapısı Kürtlere ilişkin klişelerin ötesine geçiyor. Oysa Penelope öyle değil, Albaylar Cuntasından Kıbrıs Barış Harekâtı’na, İkraia’dan Paris’e uzanan bir hikâyesi var ilişkilerinin. Penelope kendi aile hikâyesi ve travmalarıyla bütüncül bir karakter. Deniz Çakır’la da birbirlerini tamamladıkları noktalar var. Peki Songül? Deniz Çakır’la nasıl tanıştıklarını biliyoruz. Peki politik çelişkileri nasıl uzlaşır?  Ne konuşur, ne paylaşırlar? 




 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Prag’da Bahar ve Darbe

Olof Palme Yazı Dizisi II 1969-1976 Yılları arasında ve 1982’den ölümüne değin İsveç Başbakanı olarak görev yapan Olof Palme’nin siyasi kariyerinin en büyük mücadelelerinden biri, uluslararası politikada insan hakları savunusu olmuştur. Soğuk Savaş’ın realist dengeleri içerisinde oldukça idealist görünen bu yaklaşım, Palme’nin sözcülüğünü yaptığı uluslararası hareket ile güçlü ve alternatif bir sese dönüşebilmiştir. Keza dünya tarihinde uluslararası hukukun oluşması, barış politikalarının yükselmesi ve insan haklarının normlaştırılması hep bu kavramların güçlü savunucularının eseri olmuştur. Olof Palme de Soğuk Savaş’ın iki kutbundan herhangi birisinde konumlanmaksızın nasıl barış yanlısı bir dış politika izlenebileceğini ortaya koyan öncü bir isim. Bu ilkesel yaklaşımın somut delili ise İsveç sosyal demokrasisinin Soğuk Savaş’ın sıcak cephelerinde aldığı tavır olarak görülebilir. Bu yazımızda söz konusu tavrın izlerini Prag Darbesi özelinde süreceğiz. Çekoslovakya, Soğ...

Evren'in Emeklilik Mektubu

Tarih 2 Mayıs 1961... Kurmay Albay Kenan Evren, "Osmancığım" diye hitap ettiği Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ve MBK üyesi Osman Köksal'a bir mektup yazar. Evren, yakın arkadaşına ordudan ayrılma niyetinden söz etmekte ve ondan yardım istemektedir: "(...) Sevgili kardeşim, biliyorsun biz 37'lilerle muameleye tabi olduğumuzdan bu sene son şansımız. Bunda da muvaffak olamazsam 30 ağustos'tan sonra niyetim ayrılmaktır. Emin ol bugüne kadar çeşit çeşit kaprisi olan kimselerle çalışmaktan ve her birine göre ayrı şerbet vermekten yıldım. Bugün son rütbemize yaklaştığımız halde, hâlâ kısım amiri gibi çalışmak, daktilo yazmak ve muamele görmekten kurtulamadım. Biz hangi rütbeye geldikse o rütbe kıymetini kaybetti. Sınıfımızın kalabalıklığı mıdır, yoksa başka bir sebep midir bilmem. Biz yüzbaşı ve binbaşı iken albayın durumu ile şimdiki arasında çok fark var. Daha anlatması bir hayli uzun sürecek ve senin hakikaten kıymetli dakikalarını alacak sebepler dolayı...

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı. Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı  Arap İsyanları Güncesi , olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen özn...