Ana içeriğe atla

Atay'ın Demiryolu Hikayecileri'nde "İktidar"

          Şehre uzak bir kasabada, bir demiryolu istasyonunda hikayeler yazıp satarak hayatını kazanan bir hikayecinin anlatımıyla Demiryolu Hikayecileri, iktidar – edebiyat ilişkisi bağlamında incelenmesi yerinde olan hikayelerden biridir. Oğuz Atay’ın bu hikayesi, üç seyyar hikaye satıcısı ve çalıştıkları istasyonun şefi etrafında gelişmektedir.
İstasyonda çalışan hikayeciler, diğer seyyar satıcılar ve istasyon şefi arasında kurulan ilişkiyi belirleyen bir takım etkenler vardır. Bu etkenleri, Oğuz Atay’ın satırlarından yansıyan ekonomik, siyasal, sosyal gerçekler olarak da görebiliriz. Savaşın ekonomik ve sosyal koşulları, seyyar satıcıların sağlıkları, yaşam ve çalışma şartları sebebiyle üzerlerine sinmiş olan çaresizlik; hikayenin karakterleri arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir. Bu sosyolojik yapı ve piyasa koşulları, hikayede aradığımız iktidar ilişkilerini var ettiği gibi kendi içlerinde de farklı iktidar öğeleri barındırıyor olabilirler.
          İstasyon şefinin sıradan bir memur olmaktan uzak olduğu daha ilk paragrafta göze çarpmaktadır. O, kendisine verilmiş olan görevlerin dışında hikayecileri uyandırma, hikayelerin içeriğine müdahil olma gibi yeni uğraşlar edinmiştir. Hikayeleri arşivleyerek, mikro düzeyde de olsa bir bürokratik uygulamayı daha yerleştirmiştir. Tüm bu yönleriyle istasyon şefi tam bir muktedir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Otoritesinin tanınması ile kendini, hikayecilere gündelik işlerini gördürme, onların eserlerine yön verme gibi türev yetkilerle donatmıştır. Bu yetkilerini var olduğunu iddia ettiği ve birazdan ele alacağımız kanuna dayandırmıştır. İstasyon şefinin “esnaf hikayeci” tanımının anlatıcıda yarattığı tepki ise bir manifesto niteliğindedir. İktidarın yazarı tüccar görmesine karşı “Sanatçıyız!” diyen bu iç haykırış iktidar sanat ilişkisinin bir özeti gibidir.
          Bir iktidar öznesi olarak kanun hikayede çok az yer tutsa da kanunun sanatla ilişkisi dikkat çekicidir. Hikayede istasyon şefi yönetmelikleri iktidarı için bir dayanak ve güvence olarak öne sürerken hikayeci kanunun bu topraklarda sanatçıya niçin şerefli bir yer vermediğini kendi özelinde sorgulamaktadır. Bu sorgulama ilerletilecek olursa kanun iradesiyle hüküm giyen, kanundan kaçarken ya da sürgünde can veren sanatçılarla karşılaşılacaktır ki ne yazık ki Oğuz Atay’ın ülkesi, Türkiye, bu konuda örnek bakımından oldukça zengindir.
          Hikayenin alt iktidar öğesi diyebileceğimiz savaş, seyyar hikayeciler için somut ve fiziki bir tehlike olarak görülmese de etkisi yadsınamaz bir güç oluşturmaktadır. Savaş koşulları yolcuların hikayelere ilgisini ve onlardan beklentisini, yazarların da öyküleştirecekleri konuları belirlemektedir. Kuşkusuz savaşın demiryolu hikayecilerine doğrudan etkisi ekonomiktir. Müşterilerin sucuk ekmek ve hikaye arasındaki seçiminde de, savaşın insanlar üzerindeki ekonomik etkisi belirleyicidir.
          Tüketim, ele alınması gereken bir başka önemli unsur olarak karşımızda durmaktadır. Tüketimin hikayelere yönelik boyutunda “moda” ve “zaman” kavramları bir bütünlük oluşturur. Örneğin hikayede satılmayan ayranın ekşimesi gibi satılmayan hikayenin modası geçmekte ve sanat ürünlerinin bir tüketim metaı olarak değerlendirildiği vurgulanmaktadır. Sanat eserinin bayatlaması herhalde bir sanatçının kabul edebileceği bir olgu değildir. Bu noktada şair ve yazar Özdemir İnce’nin Aydınlık Gazetesindeki veda yazısında yer alan “hiçbir edebiyatçının, eserinin ömrünün yirmi dört saat olmasını istemeyeceği” ifadesi aklımıza gelmektedir. Özdemir İnce’ye günlük bir gazetede yazmayı bıraktıran duygu ile; “moda” ve “zaman” cetveliyle eserlerinin ömrü biçilmiş bir hikayecinin hisleri arasında fark var mıdır? Dolayısıyla başlı başına tüm yazın dünyasının iktidarı konumundaki okur, aynı zamanda yazarın ürünlerinin tüketicisi ve gelir kaynağı olarak, sanatçının özgürlüğünü kısıtlayan ve böylece onu niteliksiz üretime mahkum eden bir iktidar kaynağıdır. Tüketim olgusunun kaynağı da burada görülebilir.
          Demiryolu Hikayecileri, somut iktidarların yanı sıra sayısız soyut iktidar örneği sunuyor ve bunların sanatçı ile ilişkilerini gözler önüne seriyor. Piyasa koşullarının, iktidar etkilerinin sanatçıyı hapsettiği kafesi ve kafesteki sanatçının ruh halini ortaya koyarak iktidarı sorgulatmanın peşinde Oğuz Atay. Bu sorgulama elbette çizilen sınırların zorlanmasıyla son bulacak ve son cümlesinde yazar, “hep onun için yazmak istediğini” ifade ettiği okuyucularına şunu soracak: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Prag’da Bahar ve Darbe

Olof Palme Yazı Dizisi II 1969-1976 Yılları arasında ve 1982’den ölümüne değin İsveç Başbakanı olarak görev yapan Olof Palme’nin siyasi kariyerinin en büyük mücadelelerinden biri, uluslararası politikada insan hakları savunusu olmuştur. Soğuk Savaş’ın realist dengeleri içerisinde oldukça idealist görünen bu yaklaşım, Palme’nin sözcülüğünü yaptığı uluslararası hareket ile güçlü ve alternatif bir sese dönüşebilmiştir. Keza dünya tarihinde uluslararası hukukun oluşması, barış politikalarının yükselmesi ve insan haklarının normlaştırılması hep bu kavramların güçlü savunucularının eseri olmuştur. Olof Palme de Soğuk Savaş’ın iki kutbundan herhangi birisinde konumlanmaksızın nasıl barış yanlısı bir dış politika izlenebileceğini ortaya koyan öncü bir isim. Bu ilkesel yaklaşımın somut delili ise İsveç sosyal demokrasisinin Soğuk Savaş’ın sıcak cephelerinde aldığı tavır olarak görülebilir. Bu yazımızda söz konusu tavrın izlerini Prag Darbesi özelinde süreceğiz. Çekoslovakya, Soğ...

Evren'in Emeklilik Mektubu

Tarih 2 Mayıs 1961... Kurmay Albay Kenan Evren, "Osmancığım" diye hitap ettiği Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ve MBK üyesi Osman Köksal'a bir mektup yazar. Evren, yakın arkadaşına ordudan ayrılma niyetinden söz etmekte ve ondan yardım istemektedir: "(...) Sevgili kardeşim, biliyorsun biz 37'lilerle muameleye tabi olduğumuzdan bu sene son şansımız. Bunda da muvaffak olamazsam 30 ağustos'tan sonra niyetim ayrılmaktır. Emin ol bugüne kadar çeşit çeşit kaprisi olan kimselerle çalışmaktan ve her birine göre ayrı şerbet vermekten yıldım. Bugün son rütbemize yaklaştığımız halde, hâlâ kısım amiri gibi çalışmak, daktilo yazmak ve muamele görmekten kurtulamadım. Biz hangi rütbeye geldikse o rütbe kıymetini kaybetti. Sınıfımızın kalabalıklığı mıdır, yoksa başka bir sebep midir bilmem. Biz yüzbaşı ve binbaşı iken albayın durumu ile şimdiki arasında çok fark var. Daha anlatması bir hayli uzun sürecek ve senin hakikaten kıymetli dakikalarını alacak sebepler dolayı...

Devrimin ve İç Savaşın Kalbinde: Bir Habercinin Güncesi

Bundan 10 yıl önce, 26 yaşındaki üniversite mezunu bir gencin, gördüğü onur kırıcı muamelenin ardından isyan edip kendini ateşe vermesiyle başladı her şey. Arap ülkelerinin baskıcı diktatörlerini teker teker deviren, sonuçları birçok ülkede hala sürmekte olan 2011 halk ayaklanmaları, bu coğrafya için çalkantılı günlerin ilk adımıydı. Silsile halinde birçok ülkeye sıçrayan ayaklanmalar; yalnızca ayrıcalıklı sınıflar, yönetici elit ya da eli kanlı güvenlik güçleri için değil; aynı zamanda özgürlük ve sosyal adalet talep eden sıradan insanlar, siviller için de trajik bir süreci başlattı. Gazeteci Can Ertuna’nın NTV muhabirliği sırasında Arap isyanlarının kalbindeki habercilik deneyimlerini aktardığı kitabı  Arap İsyanları Güncesi , olayların farklı ülkelerdeki özgün seyrini ve şiddetle ilişkisini yansıtıyor. Ertuna; önce Tunus, ardından Mısır, Libya ve Suriye’deki gözlemlerini bu ülkeler hakkındaki araştırmalarıyla da harmanlamış olduğundan elimizdeki kitabın bir günceden beklenen özn...